Bitki hormonları dendiğinde; bitkilerde çiçeklenme, olgunlaşma, kök gelişmesi, yaprak sap ve diğer organların büyümesi, ölüm, sap uzamasının engellenmesi yada ilerletilmesi, meyvelerin renk alması, yapraklanma veya yaprak dökümü gibi bir çok fizyolojik olayı etkileyen ve bizzat bitkiler tarafından üretilen kimyasallar akla gelmelidir.
Bir de bitki gelişim düzenleyicileri vardır ki, bunlar dünya literatüründe de bizim literatürümüzde de kısaca BGD olarak geçer.
Bitki Koruma Ürünlerinin bir alt bölümü gibi sınıflandırılan BGD’ler içinde Oksinler, giberellinler, stokininler, etilen, engelleyiciler diye beş grup vardır. Gerek bitkiler tarafından üretilenler, gerekse insanlar tarafından sentez yoluyla elde edilenler bu beş grup içerisindedir.
Oksinler bitkiler içerisinde çeşitli tepkimelere neden olur; ışığa yönelim ile karanlık yanın daha hızlı gelişmesini sağlar, böylece homojen bir gelişme oluşturur, kök gelişmesini ilerletir, yan tomurcukların daha yavaş gelişmesini sağlar, boyuna gelişmeyi teşvik eder, çiçek oluşumunu, meyve tutumunu ve gelişmesini yönetir. Ayrıca Oksinler deyince fidan üretiminde çeliklerin (dal parçalarının) köklendirilmesinde kullanılan kimyasalların ana maddesi akla gelmelidir. Bir başka ifadeyle buna gençlik hormonu da denir.
Giberellinler ise hücre bölünmesini ve uzamasını sağlıyor. Örneğin tohumun uyku halinin kırılmasını sağlıyor ve çimlenmeyi teşvik ediyor. Tohumun bazı hallerde toprakta uzun süre kalması riskli olabiliyor. Eğer çok nemli, ağır bir topraksa bir an önce çimlenip çıkması gereklidir. Ya da kurak bir topraksa sulamak gerekir, suladığınız zaman hemen çıksın istenir, eğer uzun süre kalırsa ya susuzluktan dolayı çıkamaz kuruyabilir ya da aşırı sudan dolayı hastalığa yakalanıp çürüyebilir. Bir an önce çıkarmak için en çok kullanılan BGD bu giberellik asittir ve pek çok üründe ve süs bitkilerinde çok
yaygın kullanılır. Bunun kullanımı, mesela mandalinde çok yoğundur. Şimdi “Mandalin de mi yemeyelim, üzüm de mi yemeyelim?” diyeceksiniz, mandalin de meyve tutumunu sağlamak için kullanılıyor. Çekirdeksiz üzümde meyveyi büyütmek için kullanılıyor, çekirdeksiz üzüm genelde küçüktür ama bazen iri iri görürsünüz. Orada kullanılır, meyveyi irileştirmek için bu giberellik asit. Tabi bu aynı zamanda doğal olarak da oluyor, bitki o işlevlerini o hormonlar sayesinde yapıyor.
Stokininlere baktığımız zaman bu diğer hormonların aksine hem hayvanlarda hem de bitkilerde bulunuyor, diğerleri yalnız bitkilere özgü. Hücre bölünmesini teşvik ediyor, doku kültüründen bitki geliştirmek için kullanılan steril ortamlarda yer alır.
Karışım olarak da kullanılan hormonlarda vardır. Eğer karışımda stokinin fazla oksin az ise doku kültüründe sürgün gelişmesi daha çok oluyor. Tersi varsa, oksin daha çok stokinin daha az ise, bu kez de kök gelişmesi daha çok oluyor. İkisinin oranı birinde sürgünü geliştiriyor, öbüründe kökü geliştiriyor. Stokinin keza yaşlanmayı ve ölümü geciktirici olarak da kullanılıyor.
Buraya kadar anlatılanlar bir çeşit gençlik, gelişme, bölünme ve olgunluğa kadar olan dönemdeki işlevleri yerine getiren hormonlardır.
Etilen ki sentetik olarak elde edileninin etkili maddesi Ethephon’ dur. Bitkiye atıldığında etilen gazına dönüşür. Genel olarak bir olgunlaştırma hormonudur. Meyvede olgunlaşmaya aynı zamanda yaprak dökümüne de neden olur. Bitki stres durumunda etilen oluşturmayı artırır ve en çok bitki ömrünün son aşamasında ortaya çıkar. Yani olgunluk ve yaşlılık hormonudur. Sonbaharda yapraklar sararmaya başlar. Sonbahardaki o sarı yapraklarda analiz yapıldığı zaman etilenin bol miktarda olduğu görülür. Etilen yaprak dökülmesinin bir nedeni oluyor, kışa girerken, yapraklar bitki için ayrıca bir yük oluşturuyor, bitki de etileni kendisi artırıyor. Keza meyve olgunlaştırmada, mesela yeşil muzları olgunlaştırmada, erken ve homojen bir hasat için domatesleri olgunlaştırmada kullanılıyor. Bunu makinalı domates hasadında özellikle çok kullanırlar. Özellikle iklimin, hava sıcaklığının gidişine göre sonbaharda, eğer yaz çabuk biterse domatesler yeşil kalır. Bunu zaten bitki normalde kendiliğinden de yapıyor, bitki doğal olarak etileni geliştiriyor fakat bir takviyeye ihtiyacı var, bunu dışarıdan verdiğiniz zaman bu işlem hızlanmış oluyor ve domates kızarıyor. Bu güneşle olmuyor muydu? Güneşlenmenin yetersiz kaldığı durumlar da olabiliyor, ikincisi de makinalı hasatta homojen bir olgunlaşma gerekir. Yani kimisi yeşil, kimisi olmamış, böyle çok zayiat olur, ekonomik olmaz. Çiftçi etileni “ben” düştüğü zaman domatese atıyor, bir hafta on gün içerisinde bütün tarladaki domatesler kızarıyor. Üretici ekonomik bir üretim yapabilmek için bunu yapmak zorunda kalabiliyorlar. Yaz kış önemli değil.
Bir de son grup engelleyiciler vardır. Bu Absisik asit, ABA, genel bir bitki gelişimi engelleyicisidir. Çimlenmeye engelleme yapıyor. Ya tamamen durduruyor gelişmeyi ya da geciktiriyor. Uyku halini teşvik ediyor ve tohumun çimlenmesini geciktiriyor. Tohumu belirli bir zamanda ekmeniz lazım, ama çıkmasını istemiyorsunuz, çünkü hemen çıkarsa zarar görecek, don olabilir, başka bir neden olabilir, ama tohumu o dönemde ekmek durumundasınız, çimlenmeyi geciktirmek için absisik asit kullanırsınız.
Şimdi dünyada BGD’ler ruhsat ve denetim, ayrıca çevre ve sağlık açısından kontrol altındadır; ruhsat alma biçimi, denetim biçimi, çevre ve sağlık ilişkisi açısından benzer işlevleri olduğu için, aynı laboratuarlarla, aynı ekipmanlarla, aynı insanlarla yapılması gerektiğinden, bütün dünyada tarım ilaçları içerisinde bir grup olarak yer alıyorlar.
Türkiye’de BGD’lerin ithal, üretim ve satışları 1988 yılından beri ruhsata tabidir. Başka ülkelerde geliştirilmeleri daha önceden başlamıştır, bizde ithali 1988 yılından bu yanadır. Yani on beş yıldan bu yana bizde de ruhsata tabi, yani ruhsat almadan hiçbir hormonun, bitki gelişim düzenleyicisinin, ithalatı, satışı mümkün değildir, aynı tarım ilaçlarında olduğu gibi. Halen on beş dolayında değişik etkili maddeden 200 dolayında BGD Türkiye’de ruhsatlı olarak çeşitli meyve sebze ve süs bitkilerinin üretiminde kullanılmaktadır.
Eskiden gittiğiniz zaman pazara, iki üç çeşit armut vardı. Bir Ankara armudu vardı, küçük küçük, şimdi böyle iri iri armutlar. Bu hormon kullanımı yüzünden mi? Hayır, değil, çeşit meselesi, çilekte de aynı şekilde. Gümrük Birliği yasası çıkıp da meyve sebze gümrüğü gevşeyince, kontrol azalınca kısa bir sürede dünyada geliştirilmiş olan bir çok çeşit, ki bunların çoğu Türkiye için yenidir, Türkiye’ye gelir oldu. Çeşit özelliği, başka hiçbir şey değil.Yani o gelen büyük büyük çilekler hormonlu, zararlı değil. Kesinlikle değil. Çeşit özelliği kesinlikle, üstelik çilekte zaten pek hormon kullanılmaz. Mesela Napolyon kirazı var, şimdi pazarlara gidin görürsünüz, ismi üzerinde, İtalya’dan, Fransa’dan gelen çeşitler bunlar, hormonla hiç ilgisi yok. Bizim kendi kirazımız da var ama onlar dışarıdan getirtilmiş kiraz fidanlarından üretilmiş, çoğaltılmış kirazlar. Hormonla hiç ilgisi yok.
Birde kocaman kocaman çilekler var pazarda ve hatta kimisi eğri büğrü. Şimdi çileğin üzerindeki her bir nokta bir çiçek, çilek bileşik çiçektir. Ve her bir çiçekten bir meyvecik oluşuyor, böylece çileği yüzlerce meyvecik oluşturuyor. Bir taraftan yaprağa, toprağa yaslandığı zaman ne rüzgar gelebiliyor oraya, ne arı gelebiliyor, döllenme de olmuyor dolayısıyla. Döllenme olmayınca da oradaki meyveler gelişemiyor. Özellikle çilekte böyle, orası gelişmeyince, diğer taraf gelişince şekil bozuklukları meydana geliyor. Bunu diğer meyvelerde de görürsünüz, böyle bazen elmalarda falanda olur, bir tarafı zarar görmüştür, o tarafı güdük kalır, öbür tarafı gelişir ve meyve yamuk olur. Yine elmada, armutta falan çok görürüz, böcek zararı vardır bir yanında, gelişemez orası, öbür taraf gelişir ve yamuk olur. İşte çilekteki olay budur. O kısımda döllenme olmadığı için, hatta bazen çok düzgün şekilli çilekte böyle çöküntüler görürüz. O da ya bir yaprağa dayanmış ya bir sürgüne dayanmıştır ve oradaki çiçekler döllenememiştir. Bütün olay bundan ibarettir, döllenemediği için gelişemiyor meyve, öbür taraf da aksine gelişince böyle sanki bir şeyle kesilmiş gibi çukur kalıyor.
Yine ikiz kiraz, ikiz erikler satılıyor pazarlarda. Bu eskiden de vardı ve tamamen fizyolojik bir olay. Yani hormon kullanımının söz konusu olmadığı zamanlarda böyle ikiz meyveler olurdu. Yani ikiz insanda oluyor niye bitkide olmasın ki? O da aynı kökenden. Aynı prensibe göre iki tane yan yana meyve oluşuyor orada. İkiz çekirdek oluşuyor. Ve üstelik de çilekte hemen hemen hiç yoktur böyle ikiz meyve oluşumu. Ayrıca çilek ve kiraz üretiminde pek de hormon kullanılmaz.
Gıda kirliliği ve gıdalarda kullanılan kimyasalların riski söz konusu olduğunda, bütün dünyada olduğu gibi bizde de esas risk tarım ilaçlarıdır. Yani hormon mu tarım ilacı mı dediğiniz zaman tarım ilacının yanında ötekiler önemsiz kalır. Çünkü doğal olarak bitkinin yaptığı şey onlar zaten. Yani bir tek 2-4D yabancı ot ilacı vardı domateste kullanılan, o da zaten 1988 yılında yasaklandı ve sonra da ruhsata bağlandı bütün bitki gelişim düzenleyicileri.
Gıda kirliliği dediğimizde, önce pestisitler geliyor.
Bizim için en büyük pazar Irak’tı, bakın Irak ne hale geldi, Avrupa’ya, biz oraya yaş meyve sebze satıyoruz, diğer tarımsal ürün satışlarımız da var, ancak bu sattıklarımızın geri gelme riski var. Çünkü Avrupalılar kuralları daha katı hale getirmeye başladılar. Hayvanlara göstermiş oldukları dikkatin ve onları korumak için göstermiş oldukları dikkatin onda birini biz kendi toplumumuza göstersek iyi bir adım atmış olacağız.
Nasıl bir toplumda yaşıyoruz, nasıl bir devlet yapısındayız onu da incelemek lazım ama onların istemlerinden dolayı artık bu denetimleri yapmak durumundayız ve şu anda hızla laboratuarlar kuruluyor, ihracatçı birlikleri laboratuarlar kuruyor, analiz yapıyorlar gıdalara, çünkü eğer yapmazlarsa satılanlar geri dönecek. İki defa geri döndü mü de, artık Avrupa’ya meyve ve sebze satmamız hayal olacak. Avrupa’daki çiftçiyi de öyle adam ettiler. bütün mallardan, her getirdikleri partiden, mutlaka örnek alıp analiz ediyorlar. Diyelim ki bir kalıntı çıktı, onu hemen geri yolluyorlar. Gel bakalım seni şu tarihte eğitime alıyoruz, on beş gün eğitim vereceğiz diyorlar.
Tarımda kullanılan bir kimyasal, ister tarım ilacı olsun, ister BGD olsun nasıl ortaya çıkıyor bunu bilmek lazım.Yüz-yüzelli bin gibi kimyasal molekülden yola çıkarak amaca uygun bir tane iki tane bulmak için çalışmalar yapılıyor. Binlerce molekülle çalışılıyor, bir hedef seçiliyor ve diyelim ki A B C bitkilerinde şu şu zararlara ve hastalıklara çözüm olması için bitki koruma ürünü olacak bir şey bulmak gerekiyor, ama bazen de hiçbir şey bulamıyorlar. Ya da bir taneden fazla bulunabiliyor. Bulunduğu zaman da en az sekiz yıl, bunun üzerinde çalışılıyor. Toksikolojisi, kalıntısı, çevreye etkisi üzerinde. İki yüz milyon dolar civarında para harcanıyor. Bazen de bu para çöpe atılmış olabiliyor, ortaya birşey çıkmayabiliyor. Bu iki yüz milyon doların yarısı toksikoloji çalışmalarına harcanıyor. İşte tüm üniversiteler, araştırma kuruluşları, firmaların kendi laboratuarları herkes bu işin üstünde ciddi bir şekilde çalışıyor. Avrupa’da adamlar standardını koymuş, diyorlar ki “Biz kendimizi korumak için belirlenen maksimum değerlerinin üzerinde kalıntı olan hiçbir ürünü mağazamıza sokmayacağız.” Eğer sokar ve o da tespit edilirse onu duyuruyor ve adamın geleceği mahvolabiliyor, bir kimyasal kalıntı yüzünden. Mademki Avrupa Birliği diyoruz, bu koşullarla Avrupa Birliği bizi almaz. Niye alsın ki, İsveç niye girmiyor? Kırk bin dolar milli geliri var, niye onu paylaşsın ki, refahını düşürmek istemiyor. Şimdi bir de bizi düşünün, yetmiş milyon insanı niye alsınlar Avrupa Birliğine? Ama ticari ilişkimiz devam edecek, zaten ticari olarak işler bağlanmış, zaten girmişsin ticarette Avrupa Birliğine. İhracatını yapacaksın, yani Avrupa Birliğine girip girmemekle hiçbir ilgisi yok, mutlaka bizim de onların kurallarına göre kendi düzenimizi kurmamız gerekiyor. Bizde de bu işi bilenler çok var. Ama niçin onlar istediği için bu tür kontrolleri düzenlemeleri yapmak durumunda kalalım. Niye biz kendimiz için yapmayalım? Esas bence yanıtı aranacak sorunun bu olması lazım. Ben tabii bu konuya çok yönlü olarak bakıyorum. Kendi ürettiğine sahip çıkmayana kimse sahip çıkmaz. Siz sahip çıkacaksınız kendi ürettiğinize diyorum üreticilere. Kendileri çünkü asırlarca kul olarak yaşamışlar. Yurttaş olamamışlar. Sorgulama bilincine varamamışlar.
Bir gıdanın her şeyden önce güvenli olması lazım. Bitki koruma ürünleri tavsiyelere uygun olarak kullanıldığında, en az yüz kat güvenlik faktörü de hesaba katıldığında, kendimizi güvende sayabiliriz. Yani burada bitki koruma ürünleri; tarım ilaçların ve BGD’ler, yani insan yapımı kimyasallardır. Bitki yapımı hormonlar için zaten yapabileceğimiz bir şey yok. Bitki yapmak zorundadır o hormonları. O fizyolojik aşamaları geçebilmesi için, meyveyi tutturması, geliştirmesi için, yaprağı dökebilmesi için yani zamanına göre kendini ayarlayabilmesi için o doğal hormonları bitki zaten geliştirmek durumunda. Biz ona takviyede bulunarak, amacımıza uygun daha kaliteli, daha iyi ürün almak için çalışıyoruz. Ancak uygulamada kurallara uyulmadığında ölçüde bir tehlike ve zarara uğrama söz konusu olabilir.
Bugün Avrupa’da en çok bu tarım ilaçlarını depolayan ve bizzat kullananlara özel operatör sertifikaları veriyorlar. Eğitime sokuyorlar ve bu sertifikası olmayan ilaç kullanamıyor. Bir kişi de olsa onun için çok önemli. Öyle bir sistem kurulmuş. niye? Bir kişi bile olsa ben devlet olarak onun hakkını, sağlığını korumak zorundayım. İşte demokrasi. Ne kadar kötü şeyler yaparsa yapsın o yönü gelişmiş adamın. Tabi ki adamlar iki yüz sene önce aydınlanmaya girmişler. Yani 1789’da, sen 1923’te girmişsin, ama halen cehalet ile boğuşuyorsun. Fark budur. Evet, tarımsal ürünlerde hiçbir kimyasal kullanılmasaydı beslenme daha mı güvenli olurdu? Bitkiler hastalık ve böcek salgınına karşı kendilerini savunmak için doğal olarak pestisit üretirler. Yani bildiğimiz kimyasal ilaç üretirler. Değişik eşdeğerlerde zehir üretirler. Ve bu doğal kimyasalın insan yapımı olanlardan binlerce kat daha kanserojen olduğu laboratuar analizleriyle kanıtlanmıştır. Çeşitli hastalıklarla kirlenmiş ve zararlı bir hale gelmiş sebzeyi kimse istemez. İstediğiniz kadar doğal sebze istediğinizi söyleyin, pazara gidip orasını burasını böcek yemiş, lekeli sebze alır mısınız? Almazsınız, Yani şimdi gönenç içinde bir hayat dediğimiz zaman temiz olanı yeme eğilimi vardır insanlarda. Bir de var ki bazı yerlerde doğal ürün üretiyoruz diye böyle buruşuk buruşuk, kimi zaman hastalıklı sebzeler üretiyorlar. Şimdi Avrupa’ya dönük, başta Ege Bölgesi olmak üzere bazı yerlerde organik çiftlikler kurulmaya başlandı. Bugün Türkiye’de kullanılan ilaç ve hormon miktarı gelişmiş batı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında bire on. Yani bizde bir ise onlarda ondur. Hatta bizden gıda almalarının bir nedeni de bu. Birim alanda kullanılan kimyasallar bizde çok az. Ama o karşılaştırmayı ben hemen hemen yanlış görüyorum. Önemli olan genel ortalamayı almak değil, onun serasında ne, benim seramda ne kullanılıyor, diye bakmaktır. Yani Adana’da benim pamuğumda ne kullanılıyor, onun pamuk ekilen yerinde ne kullanılmakta? Direkt olarak böyle karşılaştırmak lazım. Ki ona rağmen biz de daha düşük oranlarda ilaç kullanılıyor. Bitkilerde hastalıkların ve yabancı otların neden olduğu ürün kayıpları ortalama yüzde otuz, kırk dolayındadır, ki bazen yüzde yüze varan kayıplar oluyor.
Toprağı genişletemeyeceğimize göre birim alanı verimli kullanarak bu nüfusu, bu insanları beslemek zorundayız. Ve beslemek için de sürekli birim alandan daha fazla ürün elde etmek zorundayız. Sadece fazla da değil, bir de insanların beğeni düzeyleri sürekli yükseliyor ki daha kaliteli üretmeniz lazım. Refah düzeyleri yükseldikçe, daha temiz ürünler istiyorlar. Bir de, zararı ve hastalıkları kontrol altına almazsanız bu defa bitkinin kendisi risk üretiyor. Bu nedenle üretimde kimyasal kullanacaksınız ama denetimi de ihmal etmeyeceksiniz.
Şimdi sürdürülebilir tarım ve bitki koruma diye bir şey var. Bir yandan anlamsız savaşlara giren, yaşam kalitesi yükselsin diye inanılmaz harcamalar yapan devletlerin olduğu dünyamızda, sadece ekmek arayan milyonlarca insanın yaşam kalitesini hatırladığımızda, her insanın sosyal ve etik hakkı olan beslenme, eğitim ve sağlık güvencesinin de bu harcamalarla sağlanabileceğini ve bu insanların gelecek kuşaklara sağlıklı bir çevre bırakabileceğini, ayrıca tüm insanların gönençli yaşama kavuşabileceğine inanmak pek doğru olmasa gerek.
Avrupa’da kullanılan kimyasallar ile ülkemizde kullanılan kimyasalları karşılaştırılırsa; Avrupa’nın bir çok şehri daha üretim aşamasındayken, yani tüketiciye ulaşmadan önce bütün bu ürünlerin hepsini ciddi bir şekilde denetliyor. Ülkemizde bu tür denetim mekanizmaları yetersiz. Siz Üretim aşamasında bu ürünlerin bir takım analizler, ölçümlerden geçmesi gerekiyor ve bu konuda da ciddi bir çalışma yapmak gerekiyor. Şimdi bu kimyasallar doğal olarak bitkilerdeki birtakım gelişmeleri hızlandırıyor. Bir kısmı, tabi ki hepsi değil, bir kısım BGD’ler olarak. Şimdi BGD’ler ki bunlar sizin de dediğiniz gibi bu kimyasalların önemli bir kısmı. Çabuk ürün almak amacıyla kullanılabilir. Çeşitli amaçlarla kullanılabilir, tabi. Aynı şekilde bunlar insan vücudunun organizmasında ne tür etkiler yapıyorlar? Kullanılan doza bağlı. Önerilen dozda kullanıldığında yüz kat güvence düzeltmesiyle birlikte ne yaşam süresince ne de gelecek kuşaklara yansıyan herhangi bir olumsuzluğu yok. Kaldı ki, tarım ilaçlarının önerilen düzeyleri sıfır nokta sıfır bir, sıfır nokta sıfır iki gibidir. Şimdi sıfır nokta sıfır birde resmi bir uygulama yapacaklar sanıyorum. Avrupa’daki komisyon hepsini bu ölçüde tutmaya çalışıyor. Ama BGD’lere baktığınız zaman üç, beş, hatta otuz miligrama kadar çıkıyor. Yani tarım ilaçlarıyla kıyaslanamayacak kadar yüksek seviyede kullanılıyor. Normalde yediğimiz meyve sebzenin, yaş meyve sebze zaten problem olan, on katını bile yeseniz, herhangi bir iz bırakabilecek bir dozu almanız mümkün değil. Normal tavsiye edilen dozlarda kullanmadığı zaman zaten bitkisine zarar veriyor. Yani o dozda kullanmak zorunda.
Çilekte, kirazda vesaire, şekil bozukluklarıyla kesinlikle ilgisi yok bu hormon olaylarının, tamamen çeşit özelliği. Bu tamamen psikolojik, tamamen kulaktan dolma yani bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma eyleminin yaratmış olduğu rahatsızlıklar, başka hiç bir şey değil.
Ama tarım ilaçları diyorsanız, tarım ilaçlarının bugün batıda iki kademesi vardır. Bunlardan bir tanesi özellikle sera domates yetiştiriciliğindedir. Kooperatiflerde, ki orada zaten kooperatif üyesi olmayan çiftçi yok, bizde yıllarca çiftçilere farklı bir şekilde yansıtıldı ve çiftçi özel olarak eğitilmedi. Birlik olmasın, ürettiğine sahip çıkmasın, uyanmasın diye. Başka bir şekilde gösterildi kooperatifler, ne Fransa’da ne İtalya’da ne de İspanya’da kooperatif üyesi olmayan bir tane üretici yoktur. Sadece bazı yerlerde adı değişiktir. İngiltere’de Amerika’da üretici birlikleri deniyor. Ve onların kendi ambarları var, oraya ürün geliyor, örnek alıyor, kendi laboratuarları var. Orada bir analizden geçiyor, sonra bunlar iç piyasaya mı gidecek ihraç mı edilecek ona karar veriliyor. Öbür ülkelere ihraç edilecekler ihracatçı birliklerin laboratuarları var, oraya gönderiliyorlar ve orada bir daha kontrolden geçiyorlar. Bizde şimdi Antalya İhracatçılar Birliği var, İzmir’de var gene böyle bir gelişme, İstanbul’da bir girişim halinde, özel kesimlerde çok kapasiteli ve dünyanın kabul edebileceği bir düzeyde laboratuarlar kuruldu, Bursa’da da var mesela, bazıları da kurulmak üzere. Şimdi bu konuda özellikle ihracata yönelik olarak, mecburen, büyük bir hızla laboratuarlar kuruluyor. Mecburiyetten olması çok acı. Ancak bu çalışmalar, önce kendi insanımız, kendi vatandaşımız için yapılmalıydı. Şimdi kuruldu, kuruluyor, sayıları artıyor, bir çaba var ama mecburiyetten, insan önemsendiği için değil, Avrupa Birliği için, adamlar bizi zorluyor. En azından faydalı bir şeye zorluyor ve gelişmenin hızlanmasını dilemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Bu konuda bilinçli insanlar olarak üzerimize bir görev düşüyor. Burada bizim insanımız ikinci sınıf insan muamelesi görmemeli diye düşünüyorum.
Evet, bu konuda odalar başta olmak üzere çalışılmalı. Yalnız mesleksel odalar değil diğer odalar da çalışmalı. Ziraat odalarını düşünün, çoğunlukla ilkel politikalar yapıyorlar. Böyle olmaması lazım. Her türlü örgütlenme, oda olabilir, kooperatif olabilir, birlik olabilir her neyse, öncelikle üretilene sahip çıkmalı, bu fikir üretme olabilir, mal üretme olabilir. Ürettiğine sahip çıkıp onu savunmak çok önemli. İkinci mesele “ben-biz” meselesi.
Paylaşım duygusunu ön plana çıkararak mutlaka her kademede örgütlenmeyi sağlamak durumundayız. Bu ilaç, hormon filan gibi şeylerin ötesinde daha başka risklerle iç içeyiz ki, bunlar sadece şeklen de değil, bizzat yaşamı tehdit ediyorlar.
Organik Tarımda da risk var. Orada yine bazı ilaçları kullanıyorlar. Kullanmıyoruz deseler de bu böyle. Ama kullanmayacağım derseniz bir anda bütün ürününüz yok olabiliyor. Bunun için alanı geniş tutmak zorundasınız. Şimdi düşünün, ciddi bir riski var bir taraftan ve orada gerek sulama gerekse toprak işlemesi hatta bir zararlı hastalık baskısı olduğunda örtme, geniş böyle tül gibi örtüler falan kullanılır zararlıları durdurmak için kimi zaman, aslında yoğun bir faaliyet var. Bir sürü insan her gün bitkinin başında. Mekanik, yani gerektiğinde toplayacaksın, maliyeti çok yüksek. Ama dengesiz bir dünyada yaşadığımız için bazılarının gönenci kat ve kat daha ileride olduğu için bu ürünleri de alanlar var. Biz ona bu kadar parayı vermeyiz, çünkü bir kere iki kerelik mesele değil, her gün yiyeceksiniz o meyveleri, sebzeleri. Kaldı ki biraz da hastalığa uğrarsa ilaç kullanıldığı için aslında daha az riskli değil.
Amerika ilk tespitle birlikte pamukta, soyada, mısırda gen aktarılmış ürün kullanmaya başladı ve bu özellikle pamuk üretiminde şu anda yüzde altmışlara çıktı sanıyorum, soyada ise neredeyse yüzde yüzlere çıktı. Mısırda da aynı şekilde ve bu tarz gen aktarılmış tohumlar Amerika, Avustralya,Yeni Zelanda, Brezilya gibi ülkelerde çok kullanılır. Avrupa daha muhafazakardır, Avrupa bu konuda biraz direnç gösterdi. Çok sınırlı araştırma izinleri verdi ve hala tartışması sürer.
Avrupa’da verilen izinler bir bakterinin genini alıp başka bir bakteriye taşımakla sınırlı, gerçi böyle anlatınca karmaşık gibi görünüyor ama aslında çok basit sayılabilir. Bir gen alıp başka bir yere taşınınca yeni bir çeşit üretilmiş oluyor. Buna Avrupa’da niye karşı çıkıyorlar? Bu gen aktarımı savunuculuğu ile yeni türlerin bulunması insanları başka bir yere götürebilir, bir kesim büyük bir panik içerisindedir, kim kimi yarattı meselesi aslında bu. Şimdi bir korku var, artık çok değişik bitki ve hayvan türleri artık yaratılabiliyor, gen aktarımı ile. Orada çok farklı. Biz de var mı? Bu bir soru işareti. Soya var, mısır meselesi var, tüm bunlar geliyor dışarıdan, hep ithal ediyoruz. Renkli pamuklar falan O renkli pamuk üretimi daha farklı bir olay, orada gen aktarımından başka şeyler var. O başka bir şey mi? Evet, başka bir şey o. O, tamamen ayrı bir olay. O gen çeşidiyle, gen aktarmalarla ilgili değil. Biz Avrupa’yı daha çok izlemekle yetiniyoruz Türkiye olarak. Yani Avrupa’da da diyorlar ki bu gen aktarılmış ürün çevrime girdiği zaman eko sistemde ne tür etkiler yaratacak? Çünkü gen olduğu için kendiliğinden diğer bitkilere de geçiyor. Ayrıca insanlar da bu konuda kuşkulu. Çünkü sonuç itibariyle karşı karşıya kalınan tamamen farklı bir bitki. Sonra doğal zincirler bozuluyor, halkalar değişiyor. Çok farklı bir durum çıkıyor ortaya.
İhracatda Sertifika mecburiyet var. Ama sertifikayı veren sertifika kurumları vardır. Dışarıda bunlar eğitim kurumlarıdır ve özeldirler. Ayrıca bunları devlet tanımıştır ama yasasını koymuş, yönetmeliğini koymuştur. Parayla eğitim yaparlar ve sertifika verirler. Aynı şekilde analiz yapıp sertifika veriyorlar. Ama bizde bu sertifikayı veren devlettir. Ya da akredite olmuş yani dünyaca kabul edilmiş laboratuarlardır. Türkiyede TÜBİTAK’ın böyle bir laboratuarı var. Ankara’da. Her türlü donanımları var. İzmir’de de üniversitede var bir tane, Teknoloji geliştirme laboratuarıydı. O da yeterli ve gayet iyi. Şimdi bu tarz laboratuarlar gelişmeye başladı. Bu laboratuarlar zorunluluktan başladı. İhracatta sertifika sadece kalıntı açısından değil, diğer çeşitlerin de standardının sağlanabilmesi açısından da gerekliydi.
Bir zamanlar Güneydoğuda dağ taş her tarafta mercimek yetiştirilirdi. Çünkü pazar vardı, mercimeğe talep vardı. Ama şimdi o dönem bitti. Artık şöyle bir dönemdeyiz, alıcı “ürünü benim görmeme gerek yok, standart numarası yeter” diyor. Şu standartta şu kadar ton diye; ama bunu üretici olarak garanti edeceksin, her yıl göndereceksin. Standart kavramı bizde gelişmemiştir. Biz yığarız pazara, gelir adam bakar, seçer, alır. Ama artık dünyada böyle olmuyor. Ürün öbür ülkelerde kasasından; sandığından çıkmaz. Ve üzerinde nereden geldiği yazılıdır, çiftçinin adı vardır ve problem çıktığı zaman Amerika’da bile, ki kaç tane eyalet vardır orada, yarım saat içerisinde mallarda tespit edilen bir sakatlığı çiftçinin tarlasına kadar bütün aşamaları tespit ederler, ürünlerin hepsini imha ederler ve ayrıca azımsanamayacak bir para cezası verirler. Adam vatandaşını öyle bir koruyor ki. İtiraz ettin diyelim ve kaybettin. İki katı ceza ödüyorsun. Amerika’nın yasası böyle. Peki sizce bu uygulama doğru bir şey mi? Geliyor Irak’ta en ahlaksızca savaşı yapıyor, insanları öldürüyor ama öbür taraftan da bunu da yapıyor. Bir yerde eğriyi, diğer yerde doğruyu yapıyor, şimdi bunu da görmezden gelemeyiz. Hayır diyor, bir kişi de olsa benim devlet olarak görevim, sorumluluğum onun yaşama hakkını, onun sağlığını, onun eğitimini, onun güvenliğini sağlamaktır. Şimdi burada haklı, devletin üç tane görevi var. Eğiteceksin ama baştan savma değil, adam gibi eğiteceksin. Sağlığını koruyacaksın ve yapamıyorsan yapılmasını sağlayacaksın. Özel sigortalarla mı olur, özel hastanelerle mi olur vatandaşının sağlığını güvenceye alacaksın. Üçüncü olarak da güvenliğini sağlayacaksın. Ya sağlayacaksın ya da yapamıyorsan sağlatacaksın, para vereceksin ama bu işi çözeceksin. Devletsen yapacaksın. Bir tek kişi de olsa, onun vatandaş olarak sahip olduğu hakları koruyacaksın.
Facebook'ta Yayınla>